4 Nisan 2016 Pazartesi

İpana Luxe Perfection Beyazlatıcı Diş Macunu yorumlarım

Doğru makyaj, dolgun kirpikler, bakımlı bir cilt, hacimli saçlar… En önemlisi de beyaz dişlerle sağlıklı, güzel bir gülümseme! Bu yüzden diş bakımına ve beyaz olmasına oldukça özen gösteriyorum. Sürekli yeni ürünleri deneyimlemeyi de seviyorum. Burada raflarda gözüme çarpan ve Amerika’nın en büyük diş macunu markası olan Crest aslında Procter and Gamble’ın Türkiye’de sunduğu İpana markasıyla tamamen aynı içeriklere sahipmiş. Dünyada ilk defa beyazlatıcı bantları üreten bir marka olduğu için 3 boyutlu Beyazlık ailesi oldukça ilgimi çekti. Son zamanlarda market alışverişine gittiğim her mağazada ve televizyonlarda sıklıkla İpana’nın yeni ürünü olan Perfection’a denk gelince ve özellikle 3 günde %100’e kadar lekesiz iddasını duyunca denemek istedim ve hemen aldım.

İpana’nın en hızlı ve en güçlü beyazlatıcı diş macunu ünvanına sahip bu diş macunu ile deneyimlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Diş hekimimin de daha beyaz bir diş için önerdiği İpana 3D White Perfection ile güvenle, bembeyaz gülebiliyorum.

Perfection diş macunu 3 Boyutlu Beyazlık ailesinin en ileri ve etkili beyazlatıcı diş macunu teknolojisini içeriyor. Böylece diş minesine zarar vermeden sadece 3 günde diş yüzeyindeki lekeleri %100’e kadar etkin biçimde çıkarıp ve bembeyaz bir gülümsemeye sahip olmamızı sağlıyor.

Performansına gerçekten çok şaşırdım. Etkisi inanılmaz! İlk kullanımdan itibaren bile diş yüzeyindeki lekeleri çıkarma etkisini farkediyorsunuz. Keskin nane tadıyla ferahlığı sağlıyor, böylece uzun süre ferah bir nefese de sahip oluyorsunuz. Beyazlatma etkisi bu kadar iyiyken diş mineme hiç bir zarar vermediğini bilmek de çok güzel.

Procter and Gamble’ın tüm dünyada pazara sunduğu en gelişmiş beyazlatıcı diş macunu olan 3 Boyutlu Beyazlık Luxe Perfection İpana ile Türkiye’de de raflarda yerini aldı. Denediğinizde bana hak vereceksiniz:) Kullanmadan kesinlikle inanmazdım, deneyince etkisini gördüm ve mükemmel sonuç aldım.

Tam bir bakım sağlamak için aynı ailenin Oral-B 3D White Luxe ağız bakım suyunu da kullanıyorum. O da diş macunu ve fırçasının ulaşamadığı alanlardaki lekeleri bile çıkararak uzun süre, keskin bir ferahlık sağlıyor.

Unutmadan küçük bir not ekleyeyim; P&G ve İpana ürün performansına o kadar güveniyor ki, memnun kalmazsanız paranızın 2 katını iade ediyor. Bu nedenle beyazlatıcı etkisini kendiniz de görün diye bence gerçekten denemeniz gereken bir ürün.

Ürünü satın almak isterseniz tıklayınız!

P.S. Bana bu bilgiler yetmedi, ağız ve diş sağlığı üzerine daha çok şey merak ediyorum diyenleri aşağıdaki siteye alalım.  
http://www.agizbakimuzmani.com/

#ipanaperfection  #gülüşünügöster

İçerik Kaynak: http://kokoshgirl.com/
Video Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=B7MDJzarokU

 

Bir boomads advertorial içeriğidir.

3 Eylül 2015 Perşembe

Başlıksız

Dün kızımla birlikte dışarı çıktım. Sokakta, elinde tuttuğu bir mukavva ve kucağında göğsüne yapıştırdığı bebeğiyle bir anneye rastladım. Kadın bana doğru yürüdü. Anlamadığım bir dilde bir şeyler söyledi. Konuştuğu dili anlamama gerek yoktu. Gözlerinden okudum. Elimi cebime atıp bozuk ne varsa verdim kadına. Yerlere kadar eğilip nasıl teşekkür edeceğini şaşırdı.
Öte yandan bir adam geldi "hadi evinize, evinize. Buralarda dilenmeyin" gibi gurur kırıcı sözlerle kadını el kol hareketlerle kovdu. Kadın, gözü yaşlı, kucağında bebeği ve eline tutuşturduğum üç beş kuruş para ile yere bakarak uzaklaştı yanımızdan. Söven adama ters bir bakış attım. Hiç bir şey demeden kızımın elini tutup uzaklaştım ordan.
Kızım tabi ki bitmeyen soru yağmuruna tuttu beni. "O neden ağlıyor, ona ne verdin, neden para verdin, o adam niye kızdı..."
Nasıl anlatayım sana kızım, dünyada savaş denen hırslara bağlı güç gösterilerin olduğunu? Halkın da dahil herkesin güçlere bahis oynayıp taraf tuttuğunu? Huzur içinde yaşamak isteyen insanların evlerinden, barklarından olduğunu? Uzak, bilinmeyen topraklarda yeni bir yaşam kurma çabaları içinde olduklarını! Buna rağmen o topraklarda da güç gösterilerin taraftarlarının bulunduğunu?
Nedir bu savaş! Hırs! Güç! İktidar! Medeni olmak için mi?
Çok sevdiğim bir yazarın twitter üzerinden paylaştığı bir tweet'ini okudum. "Çocukların öldüğü dünyada, ben onların medeniyetini sikeyim". Küfürü sevmem ama bu söz tam yerinde! 
İçim parçalanıyor! Gazetelerde, internette dolaşan fotoğrafları gördükçe içim kan ağlıyor! Fotoğraftaki baba, kucağında tuttuğu biricik kızına korkusunu nasıl anlatsın? Bu kucaktaki çocuğun günahı neydi de güç gösterilerinin ortasında kaldı? Ya o karaya vuran minik yavrunun cansız bedeni? neden o bota bindiklerini bile bilmiyordu belkide. Yeni vatan nedir fikri var mıydı?
Onlarda evlat! Onlarda bir annenin yavrusu, bir babanın göz bebeği. Bir anne olarak içim parçalanıyor. Sokakta, haberlerde, internette çaresiz, yurtsuz, evsiz bakışları gördükçe içim parçalanıyor.
Çok acı, çok...
Ve evet, küfürü sevmem ama katılıyorum. Çocukların öldüğü dünyada, ben onların medeniyetini...

6 Ağustos 2015 Perşembe

Perg Efsaneleri - Barış Müstecaplıoğlu

Bugün sizlere en son okuduğum bir seriden bahsetmek istiyorum. Barış Müstecaplıoğlu'nun hayal edip kağıda döktüğü bir efsane. Perg Efsaneleri.
Seri toplam dört kitaptan oluşuyor. Korkak ve Canavar, Merderanın Sırrı, Bataklık Ülke ve Tanrıların Alfabesi.
İlk kitapta serinin sonuna kadar baş rol görevlerini üstlenen Leofold ve Guorin'in tanışmaları esas alınmış. Tanışmaları ile birlikte Savaş Tanrısı'nın el kitabını eline geçiren Asuber'in ülkeye sürekli canavarlar gönderip bir iç savaşın içinde bulurlar kendilerini. Bu savaşın sebebiyetini ve Asuder'in sürekli yeni canavarları Perg üzerine göndermesini engellemeye çalışırlar.
İkinci kitapta ise genç bir büyücü olan .nela katılır aralarına. Bu seferde hem kendi çıkarları hem de Nela'ya yardım etme amacıyla Merderan'ın heykeline varmaya çalışırlar. Ülkede artık canavar kalmamış olsada, hayatları tehlikede sayılır. Çünkü Leofold kendisi bir canavardır.
Serinin üçüncü kitabı olan Bataklık Ülkede ise burfenlerle tanıştırıyor bizi Müstecaplıoğlu. Asıl amaçları Merderan'ın emanetini arada bir Bataklık Ülkeye uğrayan usta bir büyücüye teslim etmek olan kahramanlarımızı bu sefer bataklığın içinde yeni maceralar bekliyor. 
Serinin son kitabında ise bütün düğümler çözülüyor. Soru işaretleri cevaplanıyor, Leofold ve Guorin yeni bir hayatın temellerini atıyorlar.
Her biri 300 küsür sayfa olan ve dört kitaptan oluşan bu serinin kalınlığı sizleri yanıltmasın. Kalınlıkları ile ters orantılı bir sürede okunuyor. Bir nefeste diyebilirim. Heyecan hiç dinmiyor. Kahramanlar sürekli yeni tehlikelerle mücadele etmek zorundalar. Akıl almaz canavarlar veya masum türler usta yazarın hayal gücüne bir kez daha hayran bıraktırıyor.
Benim gibi Perg Efsaneleri'nden hızını alamayanlar yazarın ikinici serisi olan Şamanlar Diyarı'nı öneririm. 
Bu diyar Perg'den diyar diyar uzakta. Delkar'da geçen bu üç kitaplık seride ülkedeki bir iç savaşı anlatıyor. Yine farklı türler, doğa üstü yetenekler ve akıl durduran sahnelerle bu seride tıpkı bir önceki gibi bir çırpıda okutuyor kendini.
Şamanlar Diyarı serinin ilk kitabı. Keşifler Zamanı ve Özgürlük Uğruna ise serinin diğer kitapları. Bu seride Olein, Darok ve Eymar karşımıza çıkıyor. Çeşitli yetenekte olan bu kahramanlar peşlerinden daha başka kahramanlarla tanışmamıza vesile oluyor.
İşin en güzel yanı, kurgununPerg ile kesişmesi. Evet, Şamanlar Diyarı kahramanları Perg ile irtibata geçip ilk seriden tanıdığımız Leofold, Guorin ve Nela ile karşılaşıyoruz yeniden.
Özgürlük Uğruna kitabında ise hem Perg hem de Delkarna için bir son çiziyor yazar, en azından şimdilik.

4 Ağustos 2015 Salı

Kira Kiralina - Panait Istrati

Geçenlerde eşim bir kitap hediye etti bana. Poşetinden çıkarıp baktım. Panait Istrati, Kira Kiralina. Yazarı daha önce duymuştum. Ancak hiç bir eserini okumamıştım. Bir ara alır bir kitabını okurum diye geçirmiştim içimden ki, sevgili eşim farklı yazarları okumayı sevdiğimi bildiğimden bu kitabı getirdi bana.
Hemen alıp okudum, bir solukta bitirdim desem yalan olur. O sırada Perg Efsaneleri'ni okuyordum. Dolayısıyla Kira Kiralina uzun süre zamanını bekledi.
Dün elime aldım. Yazar hakkında hiç bir bilgim yoktu. Neyse önyargı olmasın diye, çok fazla araştırmadan doğrudan okumaya başladım.
Dün gece kitabın son cümlesini okudum ve bitti. Sonra ise yazarın bir kaç kitabını daha favori listeme ekledim...
                   
Kitabı bitirdikten sonra zar hakkında küçük bir araştırma yaptım. 
Panait Istrati Romanya'nın İbrail kentinde doğmuş ve yaşamı boyunca Lübnan, Mısır, Romanya, Osmanlı gibi bir kaç ülkede bulunmuş. Bu coğrafyaları
yakından tanıma, insanı hakkında fikir sahibi olma ve arkadaş edinme gibi şansı olmuş. Usta yazar, bir dönem komunist partiye karşı ilgi duymuş. Ancak bir müddet sonra umutsuzluğa kapılarak politiaknın dünya üzerinde bazı şeyleri değiştirmek için olanaksız olduğu fikrine kapılmıştır. Istrati kitaplarında yaptığı yolculukları anlatır. Ancak zaman ve mekan betimlemesine girmeden tanıdığı insanları anlatır. Kitaplarında gerçek bir insan sevgisi hissedilir. Bu karşılıksız ve koşulsuz sevginin hikayesindeki kahramanların başına getirdiği belalar kadar, onlara yaptığı katkı da anlatılır.
Kira Kiralina 11 yaşındaki bir çocuğun abladsını araması sonucunda tanıdığı insanları, yaşadığı haksızlıkları, aldığı darbeleri konu ediyor. İnsan tanıma, insan çeşitliliği ve dostluk üzerine kurgulanmış bir eser. Okunmasını tavsiye ederim. Yazarım dili oldukça akıcı ve kolay okunabilir. Bertan Onaran'ın çeviriside oldukça başarılı.

28 Temmuz 2015 Salı

Yeni Dönem

Yazılarıma yine epey ara verdim. Bunda en büyük sebep, en son blogda Babam yazısını paylaştım. Bloga her giriş yaptığımda ise o sayfayı görmek beni çok üzüyordu. O nedenle uzun süre giriş dahi yapmadım. Şimdi ise bu fikre biraz daha alıştım ve bununla yaşamayı öğrendim. Babam benim anılarımda ve düşlerimde yaşamaya devam ediyor.
Ancak şimdi farklı bir bakış açısı getirmek için giriş yapıyorum. Çalışmalarım ve yayınlarımla ilgili yazılarımı ağırlıklı olarak www.tingilitos.com adresinde paylaşacağım. Bu blogu ise her telden kullanmaya karar verdim. Mutfak sırlarımı, kızımla yaptığım etkinlikleri, evime incelik katan dekorasyon fikirlerimi vb.

Şimdilik benden bu kadar. Kısa ve daha sık görüşmek dileğiyle... 😊

16 Ekim 2014 Perşembe

Babam

Kendimi tüm çalışmalarımla birlikte bir kazanın içine atılmış hissediyorum. Birden çok projeyi aynı anda yürütmenin dezavantajı olsa gerek. Neler var bir bakalım...
Balık Hikayesi'nin sayfa düzeninde değişikliğe gidiyorum. Bu demek tüm çizimleri tekrardan düzenlemek. Yazıyı çizimlere uygun olarak yeniden yerleşimini sağlamak. Küçük bir iş gibi göründü bana başta ama epey zamandır bununla uğraşıyorum.
Karınca Hikayesi'nin hala resimleri boyanmadı. Çizim haliyle önce taranmayı ardından renklendirilmeyi bekliyorlar.
Çiz Boya kitabında çok şükür her hangi bir değişiklik ön görmüyorum şimdilik...
Uzun soluklu çalışmam tarayıcımın şu anda erişilmez olduğundan 3 sayfası natamam bir vaziyette diskte yer ediyor. (Toplam sekiz sayfadan oluşacak.)
Yazmayı planladığım, kurgusunda hala bir takım soru işaretlerine cevap aradığım için hala yazmaya başlayamadığım romanım planlama aşamasında.
Çiftlik Hikayesi (Mutsuz İnek olarak da biliniyor) yazıldığı gibi duruyor. Resimleri henüz yok.
Tüm bunların yanı sıra çeviri işlerim var...
...ve kafamı bir türlü toparlayamama sebep olan babamın acısı...
Evet, babam dünyaya veda edeli bir ay oldu. Bir ay önce tesadüfen annemi arayıp, tesadüfen babamla kısa da olsa son telefon görüşmemizin ardından bir saat geçtikten sonra annemin yeniden beni arayıp acı haberi vereli tam bir ay oldu. Apar topar memlekete gidip babamın beyaz kefenlere sarılmış bir vaziyette, salonun ortasında duran tabutun içinde yattığını göreli tam bir ay...
son kez kokusunu içime çekmek için beresini, gömleğini koklayalı... buz gibi yanaklarında parmaklarımı gezdireli... hep "belki açar gözlerini" ümidiyle saatlerce boş umutlarla yüzüne bakarak bekleyeli... musalla taşında yatarken ona hakkımı helal edeli... ve onu inandığı ahiret hayatına yolcu etmek üzere soğuk toprağa açılmış bir çukura bırakalı tam bir ay oldu.
Acısı içimde, yüreğimde, ta derinlerde bir yerde. Bel kemiğim kırılmış hissediyorum. Arkamı yasladığım, koskoca evli barklı çocuklu kadın olmama rağmen içten içe güç aldığım, ruhumu beslediğim, dertleştiğim, fikir danıştığım, dayanağım, omurgam, gücüm, kuvvetim, her şeyim... babam öldü.
Çok özlüyorum. Yutkunamadığım bir düğüm var sürekli boğazımda. Yumruk gibi kaldı orada bir aydan beri. Gülüşü, konuşması hep gözümün önünde. 
Melek gibiydi babam, kimseye zararı yoktu. Zor bir hayatı oldu. O etrafına fayda sağladıkça, etrafı ona zarar verdi. Çok zarar gördü. Ama hiç küsmedi hayata. Her zarardan daha güçlü çıktı. Hiç ameliyat olmadı. Düzenli kullandığı bir ilacı yoktu. Şeker hastası değildi. Hala uzun yolları arabası ile kat ediyordu. Dinçti. Hayat doluydu. Yarından ümitliydi. Ancak son aldığı zararı yediremedi. Ağrına gitti. Konduramadı. Kimseye anlatmasa da soru işaretleri kemirdi durdu sürekli. Altından kalkamadı. Annemden en son bir bardak su isteyip yumdu gözlerini... ve gitti.
Umarım babacığım orda mutlusun. Küçüklüğümde bana tasvir ettiğin ve sen ölmeden bir gece önce betimlemelerini ansızın rüyamda gördüğüm o cennet bahçesindesin. Şelalen pırıl pırıl su çağlarken sen yemyeşil çayırda bir hurma ağacına, bir elma ağacına veya senin dediğin gibi "ne istersen o olur" ağacına bakıyorsundur. 
Hayat, en büyük korkumla yüzleştirdi beni. 
Babamın kızıydım, hala babamın kızıyım...hep babamın kızı olacağım. Seni çok özlüyorum, babacığım. Bir sağ yanağından, bir sol yanağından öperim. Ardından kendi sağ yanağımı ve sol yanağımı sana öptürürüm. Sımsıkı sarılırım. 
Nur içinde yat babacığım. 

15 Ağustos 2014 Cuma

İlham ve Ben

Yine çok ara verdim... :( ancak bu sefer çevresel faktörler sebep oldu. Son yazımdan bu yana hayatımda o kadar çok şey değişti ve farklılaştı ki. Gerçi, hayat dediğin şey oldukça dinamik bir süreçtir. Bugünün düne benziyorsa yandın demektir. Ancak bazen dün ile bugün çok farklılaşabiliyor. Bu olumlu da olabilir, olumsuz da. Nereden ve nasıl baktığına bağlı. İşte en son yazımdan bu yana nereden ve nasıl bakıldığına bağlı olarak benim hayatımda inanılmaz farklılıklar oldu. Güzel ve mutlu anlar, tatsız anlar, üst üste gelen ve çözülmesi eşit aciliyette olan vakalar, "yok canım daha neler" dedirten durumlar...
Neyse ki bir nebze de olsa eski yaşantıma döndüm (dönüyorum desek daha yerinde olur gerçi). Tek bir eksik var, o da kısa sürede olur nasılsa.
Bu akşam uzun süredir ayırmadığım kadar vakit ayırdım çalışmalarıma. (Kızım artık öğlen uykusunu terk etti. Bunun yerine akşamları erkenden yatmaya karar verdi.Yalan yok, benim de işime geldi.) Projelerimi eş zamanlı sürdürdüğüm için önce tabi hangi çalışma ne aşamadaydı diye biraz düşünmem gerekti. Sonra iki gündür beklediğim ama inat edip de gelmeyen ilhamı çağırdım. Sağ olsun bu akşam beni kırmadı ve vaktinde geldi. :)
Bu zoraki uzun arayı vermeden önce karınca hikayemi çok ihmal ettiğimi ve tüm enerjimi bitmek bilmeyen (hala adı yok) ve uzun soluklu olan projeme ayırdığımı fark ettim. Bu nedenle bu gece gelen ilhamı Ames ve Termes için değerlendirmeye karar verdim. Sağ olsun ilham, bir geldi pir geldi. O da özlemiş demek ki...
Ames ve Termes'in hikayesini en son yazıp resimlemek üzere bir kenara kaldırmıştım. Ana kahramanları çizip bırakmıştım. Bu gece hikayeyi resmetmeye başladım. Henüz bitmedi, daha ilk taslak çizimleri bile bitmedi. Ancak yeniden çalışmaya dönmüş olmanın dayanılmaz şevki ile bloğuma kayıt düşmek istedim. (Artık seni bir günlük olarak görüyorum, sevgili bloğum.) Bu gece ki çalışma temposu ile sanırım iki gün sonra renklendirme için hazır olur Ames ve Termes. 
Bu hikayede diğer çalışmalarımdan farklı olarak renklendirmeyi Illustrator denen ve deha Photoshop'un kardeşi olan programda yapmayı planlıyorum. Daha sağlıklı renkler (baskı ve ekran arasında daha az fark) elde edebileceğimi söylediler bana. Bakalım bu programda ne kadar başarılı olurum. Ancak bu gibi çalışmalarda Illustrator programının daha yaygın kullanıldığını ve asıl bu programın kullanıldığını öğrendim. Artık bu hikayemi renklendirirken bir vesile ile yeni bir program öğrenmiş olurum. :)
Bak şimdi üzüldüm. Ben Illustrator programının default olarak CMYK çalıştığını sanıyordum. Meğer onu da ayarlamak gerekiyormuş.:( Umarım her defasında ayarlamaya gerek olmaz. Çünkü baskı alınacaksa renkli bir şeyden, RGB değil de CMYK çalışmak gerek. Yok ayarlamayı unuttuysan ve çalışma bittikten sonra CMYK seçiyorsan, renkler hiç arzuladığın gibi görünmüyor sana (olması gerektiğinden daha koyu basılır)...:( Başıma geldiği için biliyorum. RGB çalışıp bu şekilde baskı almayı planlıyorsan da, nihai ürünü elinde incelerken yüzün asılabilir. Aynı nedenden dolayı. Bunun sebebini merak ettim ve az önce araştırdım. Şöyle açıklıyorlar: Bilgisayar ekranı RGB (red, green, blue) yani üç renkli ve bu renklerin karışımları ile çalışırmış. Baskı makinelerin çoğu ise CMYK (cyan, magenta, yellow, black) renkleri kullanırmış. Yani, çalışmayı RGB olarak bitirip baskı almayı istediğinde bile baskı makinesi bu renkleri CMYK olarak çeviriyor ve yine arzulamadığın renkleri görüyorsun baskıda. RGB ışıksaldır, CMYK ise maddeseldir diye açıklıyorlar bu durumu. İşte tüm hikaye burdan çıkıyor... 
Bu arada kısa bir not düşmek istiyorum. Diğer kitaplarımın demo baskıları hala alınamadı. Bir takım öngörülmez vakalar gerçekleşti ve ertelendikçe ertelendi. Ancak ertelendi demek iptal edildi demek değil elbette. En kısa zamanda demolar gelecek ve tabi ki onun mutluluğunu da bloğumda paylaşacağım. :) 
Ah ilham, konudan konuya atlattın beni bu gece. Geldiğin iyi oldu, çok sevindim. Hadi şimdi git. Yarın yine aynı saatte bekliyorum seni...:)


23 Haziran 2014 Pazartesi

Okul Yılları

Ve yine kızımı uyuttum ve çalışmalarımın başına geçtim. Mutluyum. Üretiyorum ve pes etmiyorum. Uzun soluklu projemin üçüncü sayfasına eklemek üzere çizim yapıyorum. Sayfa okul bahçesinde geçiyor ve okul çocukları çiziyorum. Teneffüs olmuş çocuklar bahçede oynuyor. Kimi top koşturuyor kimi ise seyre dalmış. 
Çizimlerimi yaparken her zaman olduğu gibi bu sayfada da kendi anılarımdan esinlendim. Ve hep tebessüm ile hatırladığım bir anımı burda paylaşmadan edemeyeceğim. :)
Senenin kaç olduğu önemli değil. İlkokul birinci sınıftayım. Okulda da Cüneyt adında bir çocuk var (adını asla unutmam herhalde). Cüneyt bizim iki sokak ötede oturuyordu. Dolayısyla eve giderken yollarımız muhakkak kesişirdi. (Bu arada eve yalnız gidiyordum.) Cüneyt denen arkadaş (!) yolda sürekli benim saçımı çeker, beni ağlatır, kızdırır ve hırpalardı. Hatta bir keresinde yeter ki bana zarar vermesin diye çantasını taşımıştım. Sevmezdim onu günahım kadar ama karşı da gelemezdim. Korkardım ondan. Bir gün babama Cüneyt'ten bahsettim. Ondan korktuğumu sürekli bana zarar verdiğini falan anlattım. Sıkı sıkı da tembihledim babamı, sakın ola ki bir gün okula gelir Cüneyt'e birşey demesin diye. "Tamam" dedi babam. Ertesi gün beni okuldan almaya geldi. Sürpriz yapmıştı. Ne çok sevinmiştim. Sonra, eve dönüş yolunda Cüneyt'e rastladık. Geldi yanımıza sokuldu bana yanımdaki adamın babamın olup olmadığını sordu. Gururla "evet babam" dedim. Ardından babam çocuğun Cüneyt olduğunu bilmeden ve sanki ben onu tembihlememişim gibi başladı anlatmaya "oğlum bu okulda Cüneyt diye bir çocuk varmış. Bak Hülya'ya çok zarar veriyor. Onu üzüyor. Siz komşu sayılırsınız. Sen dikkat et de Cüneyt denen o çocuk Hülya'yı bir daha üzmesin". Cüneyt kıpkırmızı kesilmişti. Bense renkten renge giriyordum. Bugünün bir de yarını vardı elbet. Derken yollarımız ayrıldı biz eve vardık ve babama dedim ki "o yolda gördüğümüz Cüneyt'ti". Hiçbir şey demedi babam, güldü sadece. Ertesi gün ben titreye titreye okula gittim. Cüneyt ile karşılaştık. Bana hiçbir şey yapmadı, söylemedi. Şaşırdım. Eve dönerken de hiçbir şey demedi, canımı sıkmadı. Hatta bir kaç gün sonra çantamı taşıdı. Bir süre sonra çok iyi arkadaş olduk. O kadar ki Cüneyt düşüp ayağını kırınca onu evine ziyarete gittim.
O gün babama çok kızmıştım. Bilir bilmez konuşup kurda kuzuyu teslim etti diye. Şimdi ise anlıyorum ki kurdu da kuzuyu da bilerek konuşmuş. Daha Cüneyt'i görür görmez benim hal ve hareketlerimden o çocuğun Cüneyt olduğunu anlamış ve Cüneyt'i incitmeden, güzellikle uyarmış. 
Canım babam, iyi ki varsın. Seni çok seviyorum... :)

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Sevgili Bloğum, Ben Mardin'e Gittim

Sevgili blogum. Zaman zaman seni ihmal ediyorum, bu çok doğru. Ancak seni yazmakla yükümlü olduğum bir organ olarak görmüyorum. Seni daha çok başlangıçta hobi olarak başladığım resim çalışmalarımı anlatıp sakladığım dijital bir ortam olarak görüyordum. Şimdilerde ise çok farkın yok. Ancak o kadar alıştık ki birbirimize, artık seni bir günlük olarak da kullanmaya başladığımı fark ettim. Sana çalışmalarımdan, hissettiklerimden, aklımdan geçenlerden bahsediyorum sürekli. Bu bana iyi geliyor. Sana yazmadığım günlerde seni özlüyorum :)
Geçtiğimiz hafta sonu 19 Mayıs resmi tatil vesilesi ile 3 günlük kısa bir tur yaptık ailecek. Rotamız Mardin'i gösteriyordu. Uzun zamandır gidip görmek istediğim, hep hayalimde olan bir bölgedir. Boşuna hayal etmemişim doğrusu. Bölgeyi çok sevdim. Resmen büyülendim. İnsanlığın doğduğu yeri, Mezopotamya'yı gördüm. Dümdüz ovalar. Bereketli topraklar. Mis gibi bir hava. Şimdinin teknolojisi ile düşünüldüğünde bile akla hayale sığmayan binlerce yıllık tarihi yapıtlar. El emeği taş işlemeleri. İçinde gezeni her birinde farklı bir sürpriz ile karşılayan daracık sokaklar. Ansızın başlayan merdivenler. Ermeni, hristiyan, müslüman, süryani... Farklı din ve kültürlerin bir arada yaşadığı, en azından bir aralar yaşayabildiği, bir zenginlik. 
Diyarbakır - Mardin - Hasankeyf - Malabadi Köprüsü ana durak yerlerimizdi. Rehber eşliğinde gezdik bu bölgeleri. Rehberimiz Şükran hanım çok başarılı, işini son derece seven ve yaşadığı topraklara aşık bir insan. Bize 3 gün boyunca bu yerleri gezdirmedi, adeta yaşattı diyebilirim. Neden mi? Tarihi bilgilerden ziyade orda yaşayan sosyal yapıyı, geleneklerini, efsanelerini, yaşanmış hikayelerini anlattı bize. Hikaye ve efsaneler ilgimi çeker benim ezelden beri. Kimisi insanı gülümsetiyor, kimi ise hüzünlendiriyor. 
Aklımda ne zamandır yeni bir proje var. Çocuk romanı yazmak. Konu hazır. Örgü hazır. Karakterler hazır. Bana efsane, hikeye, anlatı, rivayet gerek... 
Çünkü bu tüm saydıklarım bu ülkenin öyle veya böyle kültürünü oluşturuyor. Modernelştikçe, dijitalleştikçe, televizyona, bilgisayara, tabletlere bağlı bir gençlik yetiştirdikçe bu kültür ortadan kayboluyor. Büyüklerimizden dinleyebildiğim efsaneleri sürekli not alıyorum. Onları bir çocuk romanına dahil edip bir sonraki nesillere aktarmak istiyorum. 

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Ağır Ağır Çıkacaksın Bu Merdivenlerden...

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...

Ahmet Haşim'in bu meşhur şiiri ile bir giriş yapmak istedim. Sebebi şiire merak saldığımdan değil elbet. Öyle bir yeteneğimin olduğunu düşünmüyorum. Ne zaman uğraşmakta olduğum bir iş yavaş ilerlese aklıma hep bu şiir gelir. Ahmet Haşim bu şiiri yazarken neyi sembolize etmek istemiş bilmiyorum açıkcası. Ancak ben her yere çekebiliyorum bu mısraları.
Ve evet...ağır, ağır çıkıyorum bu merdivenlerden...
Tüme varmaya çalıştığım ve hala daha da tüme varamadığım projemle ilgili bu düşüncelerim. Bu proje ile son kaydımda eklediğim resimde henüz renk görülmüyordu. Şimdi bakıyorum da epey ilerleme kaydetmişim. Ancak tıpkı Ahmet Haşim'in dediği gibi "ağır, ağır" oldu bu ilerleme.
El çizimlerimi önce tarayıcıdan taradım ve ardından illustrator denen ve hala daha yabancısı olduğum programda vektörel hale getirdim. Sonra renklendirme işlemlerini photoshop programında yaptım. Ardından işin zevkli kısımına sıra geldi. Puzzle gibi parçaları bir araya getirmek. İnsanları mahalleye ekledikçe hep "aa şu pencereden bir teyze baksın. Burda biri cam silsin. Kahveci kapıdan elinde çay tepsisi ile çıksın" gibi düşünceler geçti kafamdan. Çizdim, taradım, boyadım. sonra ekledim hepsini tek tek. Tam bitti ilk sayfa (toplamda 8 sayfa olmasını planlıyorum) derken bir baktım ki sokakta hiç araba yok. :( Olmaz tabi ki. Şimdi bir kaldırıma park etmiş bir araba bir de hareket halinde bir araba çizimi eklemem gerek. Bir de bisikletli çocuk düşünüyorum. Onları da çizip ekleyince ilk sayfam (!) bitmiş olacak. Kitabın geri kalan sayfaları için tasarılarım hazır. Ancak çizimleri tamamlanmamış.
Kalan 7 sayfa ise bu hızla giderse 24 ayda biter. Sorun değil benim için. Çünkü Ahmet Haşim'in dediği gibi "Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden..."

24 Mart 2014 Pazartesi

Bir Karınca Hikayesi: Ames ve Termes

İnsan beyninin düşünmediği bir an yoktur. Boş durduğu bir an yoktur. Hiçbir şey düşünmüyor olması imkansızdır. Böyle anlarda bile "hiçbir şeyi" düşünüyordur. Düş, düşler, düşünceler... böyle gider. 
Bazende düşünceler bir silsile gibi akar gider zihinden. Bir konuya odaklanıp çalışırken, yolda yürürken, yemek yaparken, her an düşünce ordan oraya akar. Sonra bir bakmışsın ki çok farklı bir şey düşünüyorsun. Böyle durumlarda ben sık sık bu düşünceye nerden vardım sorusuna yanıt ararım. İlk çıkış noktasını bulmak için geri geri düşünmeye başlarım. Neye yarar? Bilmem. Bir çeşit beyin jimnastiği işte.
Yine böyle gömülü bir vaziyette mahallemin çizimlerine odaklandığım bir vakitti. Kaldırım taşlarını çiziyordum. O kaldırım taşlarının üzerinde cereyan eden hayatı düşündüm. Çocuklar top oynar, teyzeler camdan "toz kaldırmayın bakayım, yeni sildim camları" diye seslenir, bir başka teyze ise çocuğuna ekmek arası peynir gönderir camdan sarkıttığı sepetle... Sonra birden aklıma kaldırım taşlarının altında da bir hayatın olduğu geldi. Aklıma karıncalar geldi. Sonra o karıncaların yuvası nasıl bir şeydir, dostlukları, arkadaşları var mıdır? Yuvada çok sevdikleri ve daha az sevdikleri karıncalar var mıdır? Kraliçeye baş kaldıran asi karıncalar veya kurulu düzene boyun eğmek istemeyen isyancı karıncalar var mıdır?
Derken işte o karıncaların olası hayatı canlandı gözümde. İki karınca ve aralarında ki dostlukları, ilişkileri pekişti. Derken bana isimlerini fısıldadılar. Biri Ames, öteki Termes. Böylece bir hikaye doğdu... :)
Hala tümevarmaya çalıştığım o bitmek bilmeyen projem üzerinde çalışırken bir hikaye doğdu. Ames ve Termes'in hikayesi.
Yeni hikaye yeni karakterler demekti. Karakterleri çizdim. Şimdi hikayeyi resmetmesi kaldı...

19 Mart 2014 Çarşamba

Gelenekselden Günümüze

Tipik bir Türk mahallesi düşünün. Günümüzü yansıtmayan ama geçmişte bu topraklarda yetişen hemen herkesin aşina olduğu bir mahalle. İki bilemediniz üç katlı binalar, mahallenin olmazsa olmazı bakkalı, kıraathanesi, kasabı ve daha nice esnafı. İlerde bir okul vardır, mahalleli çocuklarını yürüme mesafesinde ki o okula gönderir. Komşuluk vardır o mahallede. Esnaf birbirini tanır, mahalle sakinleri yolda birbirlerini görünce selamlaşıp iki kelam ederler. Çocuklar sokakta top oynar. Yaşlı bir teyze pazar arabasını peşinden çekerken bir diğeri camdan bakkala sepet salarak iki ekmek ister. Müezzin minareye çıkmıştır ezan okumak için. Kimi abdest almak için davranır, kimi ise gazetesini okumaya devam eder. 
Hoşgörünün yok olmadığı bir mahalle vardır. Yüzlerden tebessümün eksik olmadığı bir mahalle... O mahalle büyük şehirlerde kayboldu belki ama bir yerlerde hala yaşadığından eminim. Ben o mahalleyi kağıda dökmek istedim. Uzun süredir de bunun üzerine çalışıyorum. Şekillenmeye başladı :)
Kendimi çizimlerime adadığım bir gece daha...  
Yapboz edası ile parça parça çizip sonradan birleştirmeyi tasarladığım projem üzerinde çalışıyorum. İlk sayfanın çizimlerini elde tamamladım. Balık Hikayesi'nde yaptığım gibi özenle taradım ve bilgisayara aktardım. Birleştirme aşamasına geldiğimde ise dijital dünyası bana resmen işaret parmağını sallayarak "öyle kolay değil bu işer" dedi. 
Hakikaten öyle kolay değilmiş bu işler...
Sorun şu ki, çizgi kalınlıkları farklılaştı. Detaylı çizebilmem için büyüterek çizdiğim çizimi bütüne eklemek istediğimde photoshop programında "scale" (ölçeklendirme) ile küçültmem gerekiyordu. Ancak bu işlemi yapınca çizgi kalınlıkları da küçüldü. Çizimi bütüne yerine oturttuğumda ise hoş olmayan bir görüntü çıktı karşıma. Kalın çizgiler ve ince çizgiler...
Hadi dedim vektörel çalışayım. Pixel ile sıkıntı oluyor. Çok anlıyormuşum gibi açtım Illustrator programını. Aradım taradım. Nasıl olur bu çizimi vektörel hale getiririm diye internette kısa bir gezintinin sonunda çizimler vektörel hale geldi. Ancak sonuç değişmedi. Kalın çizgiler ve ince çizgiler...
Yabancısı olduğum bu programlar hakkında sürekli teknik destek aldığım bir arkadaşımı aradım. Durumu anlattım. Telefonda bir iki öneride bulundu... expand, trace vs. Onları da denedim. Sonuç: kalın çizgiler ve ince çizgiler... Neyse ki arkadaşım yarın uğrayacağını ve neler yapabiliriz diye bakacağını söyledi. İçime su serpildi serpilmesine ancak ileriye dönük böyle devam edemeyeceğime inandım. 
Şimdi önümde iki alternatif var. Birincisi: geleneksel olarak elde çizmeye ve tarayıcıdan geçirdikten sonra devam etmeyi sürdürebilmek için mevcut çizimleri daha büyük ebatlarda tekrar çizip detaylandırmak istediğim alanları doğrudan aynı kağıt üzerine çizmek. İkincisi: bir grafik tablet veya dijital kalem satın almak!

12 Mart 2014 Çarşamba

Demoya Hazırım

Yarım kalan çalışmalarımı tamamlamak üzere bugün bilgisayarın karşısına geçtim. Balık Hikayemi yazıp resmetmiştim. Ancak hikayeyi editörümün önerdiği bir kaç değişiklik sebebiyle revize etmem gerekiyordu. Onu öylece "bir ara bakarım" düşüncesiyle kenara kaldırıp Mutsuz İnek'in hikayesini yazmaya koyulmuştum. Eş zamanlı olarak da henüz ismi olmayan çalışmamı sürdürmeye çalışıyordum. Bitmek bilmeyen ve bir türlü tüme varamadığım şu çalışmam... 
Bugün projelerimi toparlamaya karar verdim.
Balık hikayemi sonunda revize ettim. 
Editörümün tavsiyelerini harfiyen yerine getirdim :) Kendisine burdan da çok teşekkür ederim. Zaman ayırıp hikayemin tamamlanmasına yardımcı oldu. Bir sayfa çizim daha eklemem gerekiyordu. Çizim kısmını halledeli çok oluyor. Ancak tarayıp photoshopta renklendirmemiştim. İşte bu akşam onun renklendirme işini tamamlayıp ekledim. Ve çalışmamı photoshop kadar muhteşem olan ve kardeşi olarak gördüğüm indesign programında dijital kitap haline getirdim sonunda. :)
Ancak iş biter mi? Kimin bitmiş ki benim bitsin... 
Hazır kızım da bu akşam erkenden uyudu, Mutsuz İnek hikayesinin de üzerinden geçeceğim. Hatırlarsanız daha önceki kayıtlarımda yazıp bir kenara kaldırdığımı ve ileri bir tarihte tekrar üzerinden geçeceğimi söylemiştim. Sanırım bu ileri tarih bu akşam...
Bu esnada bir kaç yayın evi ile görüşmeler halindeyim. Kitap yayınlatmak için gereksinimleri ve prosedürleri öğreniyorum. Remzi Kitapevi'nden gelen ret cevabı ile farklı arayışlara yöneldim. Yakında tamamlamış olduğum kitaplarımı elle tutulur halde görebilmek için birer demo baskısı aldırmayı planlıyorum. Çok heyecanlıyım. Motivasyon sağlamsa yapılmayacak iş yoktur...

Berkin Elvan

14 yaşındasın, bakkala ekmek almaya gidiyorsun. Sonra yaşadığın şehirde cereyan eden Gezi Parkı olayları sebebiyle direnişçilere atılan bir gaz bombası kapsülü başına isabet ediyor ve yere yıkılıyorsun. Ardından hiçbir şey hatırlamıyorsun. Derin bir uykuya dalıyorsun. Uzun süre makinelere bağlı yaşıyorsun ve vücudun direnmeyi bırakıyor. 269 gün sonra yaşam mücadeleni kaybediyorsun ve toprağa bırakılmak üzere üzerine beyaz bir çarşaf örtüp seni ailene teslim ediyorlar.


14 yaşındasın, okula gidip ders dinleyemiyorsun. Arkadaşlarınla sokakta top oynayamıyorsun. Belki sevdiğin bir kız vardır okulda. Onu bir daha göremiyorsun. Aileni en son bakkala giderken evden ayrıldığında görüyorsun. Belki söylenerek çıktın evden. Belki o anda televizyonda sevdiğin bir çocuk programını yarıda bırakıp gittin. Dönünce izlemeye devam ederim diye düşündün. Ama dönemedin.  
14 yaşındasın, ergenliğe yeni yeni adım attın. Bıyıkların terledi mi çocuk? Aynaya uzun süre bakıp beğendiğin yanlarını ve beğenmediğin yanlarını irdeledin mi çocuk? Büyüyünce ne olacağım diye hayal kurdun mu çocuk? Eminim kurduğun hayallerin arasında ölmek yoktu.
14 yaşındasın ve sana ölümü yakıştırdılar. Öyle talimat verdiler. İsabet etti dediler. Üzgünüz dediler. Sana Allah'tan rahmet, ailene sabır dilediler.
Yakışmadı sana soğuk ölüm. Bu kadar sıcak gülümsemeye, insanın içini ısıtan bu kadar güzel bakışlara, masumiyete ölümün soğukluğu yakışmadı.
Dilerim Allah'tan sana bu hükmü reva görenler tez zamanda cezalarını çekerler. Pazar sabah kahvaltılarında elleri her ekmeğe uzandığında sen gel akıllarına. Geceleri yastığa başlarını koyarken senin o masum gülüşün belirsin gözlerinde. Seni hiç tanımadım, ama asla unutmayacağım... Melekler yoldaşın, mekanın cennet olsun, kara kaşlı esmer çocuk...

7 Mart 2014 Cuma

Eskilerden Yenilerden

Bu akşam kızım uyuduktan sonra eşimin ısrarları üzerine çekmecemi toplamaya karar verdim. Eşimin demesine göre "ne var ne yok çekmeceme tıkıştırıyormuşum". Halbu ki benim çekmecem değil mi? İstediğim gibi kullanırım... :) Neyse ki çok ısrar etti bende hadi toparlayayım madem diyerekten girdim çekmecemin içine. Eskizlerime rastladım. Defter dolduğundan uzun süredir elime almadım. Bu akşam şöyle bir göz gezdirdim neler çizmişim vakti zamanında diye. Hoş vakti zamanı derken çok geçmişe gitmek doğru olmaz. Şunun şurasında belki bir yıl, belki bir yıldan da az bir zaman zarfından bahsediyorum. 
Resime merak saldığımdan beri farklı kaynakları takip ettiğimi daha önceki kayıtlarımda belirtmiştim. Güzel resimin, güzel bir çizim ile başladığını yine kaynaklarımdan birinde okudum. Hatta cümle şöyleydi: "İyi bir çizim kötü bir resimi kurtarır, ancak iyi bir resim kötü bir çizimi kurtaramaz" (cümlenin aslı ingilizceydi). İşte bende fırsat buldukça eskiz defterim ve kalemimi elime alır bir iki çizim yaparım. O anda gördüğüm bir şey de olabilir veya tamamen zihinden bir şey de olabilir.
Bu aşağıda görülen ilk çizim (baş hareketleri) takip ettiğim bir kaynağın alıştırma amaçlı yapılması tavisye edilen bir çalışmadır. Başın farklı hareketlerini doğru verebilmek için bir kaç ayrıntıdan bahsediyor. Yüzün merkez çizgisi, kafatası oranları vs. 
Leonardo Da Vinci'nin kusursuz insan çemberinde de insan yüzüne dair belirtilen altın oranlar...iki göz arasında bir göz kadar mesafe olduğu, göz bebeklerinden dik bir çizgi indirirseniz ağız kenarlarına denk geldiği, göz iç kısımlarından dik çizgi indirdiğinizde burun kenarlarına denk geldiği, burun kanatlarından kulak memelerine olan mesafenin burundan çene altına kadar mesafeye eşit olduğu, kesik baş mesafesi vb. Bu oranları belkide çoğu insan biliyordur. Belki de bilmiyordur. Çizim ile uğraşan insanlar biliyordur. Çünkü hemen her kaynakta bu oranlardan ve mesafelerden bahsedilir muhakkak. 
Bana hep çok ilginç gelmiştir bu durum. İnsan anatomisinin matematiğe uyarlanması. Hatta daha da ileri gidip geometriye uyarlanması. Çünkü insan uzuvlarının çoğu basit haliyle çizildiğinde silindir ve dairelerden oluşuyor. Sadece insan değil hayvan çizimleri de basit olarak kağıda döküldüğünde silindir ve dairelerden, üçgenlerden meydana gelir. Daha sonra detay çalışınca, kasları vs, çizim geometrik bir karmaşa olmaktan çıkar ve ulaşması beklenen asıl canlıya benzer. :)
Şimdi aklıma bizim köyde ki bir amcanın bir sözü geldi. Seneler önce birisiyle sohbet ederken kulak misafiri oldum ve bu cümleyi işittim. "Herşeyin kökeni matematiktir. Tarih, coğrafya aklına gelen her şeyin altında matematik vardır. Matematik o yüzden çok önemlidir" demişti Hasan Amca. O vakit çok komik gelmişti bana bu söyledikleri. Şimdi düşündüğümde benim vakti zamanında cahilce edilmiş bir lakırdı olarak tanımladığım cümleler anlam kazanmaya başladı.
Yine daldım gittim :) Bu alttaki eskiz ise yapılması tavsiye edilen alıştırmalardan sıkılmış olsam gerek ki burundan sonra göz ve kaş ile dalga geçmeye başlamışım :) Farklı bir bakış açısı. Altın orana isyan ettiğim andır bu :)
Son dönemde çok severek okuduğum bir kitapta kitabın kahramanı da Da Vinci'nin mükemmel insan çemberi ile pek uyum sağlamadığından bu çemberi ve içinde ki insanı red eder. Leonardo biraz daha yaşasaydı çemberi yeniden tasarlaması gerektiğini anlardı diye de düşünmeden edemez. :) Çok eğlenceli bir kitap, okumanızı tavsiye ederim. (İhsan Oktay Anar - Galiz Kahraman)